HABER DETAYI

10 Ekim 2024 13:49

Düş Yoksulu

Düş Yoksulu

Hayatı yaşamak yerine sayıklıyoruz.

Ahmet Uluçay, “Küller ve Kemikler” adlı kitabında şöyle diyor:

“Turna gözlü dağ pınarların var senin. Şu deniz kabuklarına tekne diye düşlerini bindirip çıktığın uzak yolculuklara ben tanığım. Senin yolculuklarını biz şu çok bilmiş halimizle haritalarda görsek, ürpeririz. Senin denizlerini haritalarda görsek, boğuluruz. Biz düş yoksulu olduk Yakup. Benim sevgili çocuğum. 

Uluçay’ın “Bozkırda Deniz Kabuğu” filminin senaryosunu yazma sürecini içeren “Küller ve Kemikler” kitabı, yönetmenin içinde yaşattığı Yakup’unun hikayesidir. Yazdığı sürece ona kaçar. Onun gözlerini ödünç alır, öyküler anlatır, böylece hayatı yaşanır kılar. Çünkü tüm yitiklerimiz öykülerinde, tutkusu, aşkı olan sinemasında yaşayabilir. İstediği an dönebilir o köylere, o insanlara… Böyle bir tesellisi vardır. Onun için sinema, parmakları arasından su gibi dökülüp giden zamana karşı cılız da olsa bir direnmedir. Ölüme karşı aczimizden doğan bir karşı koyuştur. Yaşamın kendisi büyük öykücüdür. Onun hayal gücü çok renklidir.

Sinema, Ahmet Uluçay’ın düşüdür, yaşamıdır. Düşü, sinematografı yani sinema makinesini icat etmek, filmler çekmektir. Yıllarını bu tutkusu, düşü için, sinema yapmak için yaşar. Onun için yaşamak, Meksikalı yazar, şair Octavia Paz’ın deyimiyle “düşlerine layık ol”maktır, sinemadır. 

Hayatın koşturmacasında, boğuşmasında, çırpınışında çocukluğumuzdan ve düşlerimizden o kadar uzak kaldık ki, bizler düş yoksulu olduk. Oysaki insan düşleriyle, çocukluğuyla yaşıyor. Düşlerimiz olmasa elimizde ne kalır ki?

Uluçay düşlerindeki ve çocukluğundaki gibi her şeye ilk defa, hayretle bakar. Her şey değişirken o değişemez, büyüyemez. Çocukları bile ondan önce büyürler. Bir düş çocuğu olarak kalır. “Sinema İçin Bunca Acıya Değer Mi?” kitabında ise resimleri, masalları, renkleri sevdiğini ifade eder ve şunu söyler: “En çok sevdiğim rengin ne olduğunu soranlara yeşil ya da gri olduğunu filan söylerdim hep. Giderek buna kendim de inanmaya başladım. “Deli alı sever ” darbımeselinin etkisinde kalarak böyle davranmış olacağım. Şimdi itiraf ediyorum, en çok sevdiğim renk kırmızı. Kırmızıyı deli gibi seviyorum.”

Trenleri çok sever. Hiç binemeyeceği trenlerin yolunu gözler. Sahip olamayacağı oyuncakların düşlerini kurar. Hiçbir gerçek, onun çocuk düşlerinin önüne geçemez. O bir düş çocuğudur. Eski bir rüyanın peşinde düşmüş, bozkırın ortasında yitirdiği deniz kabuklarını arar.  

Ufuklar onu baştan çıkarır. Hele bir yaz günüyse, masmavi bir gökyüzü altındaysa büsbütün dayanılmaz olur. Başını alıp gidesi gelir. Köyünde, yıldızlara bakarak yönünü öğrenir, koyunları söyler ona kışın nasıl geçeceğini. 

Küçük şeylerle mutlu olmasını bilir. Yağmur yağar sevinir, kış gelir sevinir, bahar gelir sevinir. Bir çift yeni pabucu olsa, ayaklarını uyku tutmaz sevinçten. Köyünde tek leylek yuvası kalır. Başka yoktur artık. Eskiden çoktur leylek yuvası. Yılda bir kez gelen konukları da gelmiyordur. Kırlangıçlar ise çoktan başlarını alıp gitmişlerdir. Dam altlarındaki yuvaları çoktan tarihe karışmış. Konuk uğramayan evlerin sahibi olup çıkmışlardır. Yurdunu yitirmiştir. Ruhuna bir sıla yoktur artık…

Hep çocukluğumuzu özlüyoruz. Çünkü büyüdükçe katılaşıyoruz yaşama karşı. Büyümek, düşlerimizi, hayretlerimizi, gülüşlerimizi, sıcaklığımızı, sevincimizi içimizden alıyor. Çocuk nedensizdir, hesap kitap bilmeyen, olduğu gibi. Ahmet Uluçay içindeki çocuğu hep canlı tutuyor. Ona göre “çocukça saflık, çocukça duyarlık, insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu, ne yazık ki yitirdiği şey”dir.

Elias Canetti,  “İnsanın Taşrası” kitabında, “bilge, yaşamı boyunca çocuk kalır” diyor. Halil Cibran, “Çıkılamayan Yolculukların Dönüşü (Aforizmalar)”da, ağlamayı bilmeyen bilgelik, gülmeyi bilmeyen felsefe ve çocukların önünde diz çökmeyi bilmeyen büyüklük benden uzak dursun” diye söylüyor. Hermann Hesse, “Hermann Lauscher” romanında, özlediğinin yeni bir şey yazmaktan çok buram buram, taptaze bir yaşam sürmek olduğunu belirtir. Hesse, “çocukluğumdaki gibi yine çaylar, dereler kenarında uzanıp yatmak istiyor canım” diyor. Aramadan, yalın, çocuksu gözlerle bakılınca, dünya güzelleşiyor. 

Friedrich Nietzsche, “Böyle Söyledi Zerdüşt” adlı eserinde, “masumiyettir çocuk ve unutuş, yeni bir başlangıç, bir oyun, kendi kendine dönen bir çarktır, bir ilk hareket, kutlu bir Evet deyiştir….“Bedenim ben, hem de ruh” – böyle konuşur çocuk. Neden çocuklar gibi konuşmayalım ki?” diye seslenir. Yaşar Kemal de “İnce Memed” romanında, 14 yaşındaki çoban çocuk Müslüm’ü anlatır. Müslüm’ün canı hiç sıkılmaz. Bir küçücük kuşa, bir arıya, böceğe, kartala dalar, onların yaşamına katışır, kendini unutur gider.  Hakan Savaş, “Sinema ve Edebiyatta Şiirin Yüzü” adlı yapıtında, Jorge Amado’dan bir alıntı yapar: “İnsanın anayurdu çocukluğudur.” 

Dücane Cündioğlu, “Sinema Ve Felsefe” adlı kitabında şu anıya yer verir: Çıplak olarak ölü bulunduğunda Romy Schneider’ın avucunda sıkışmış bir kağıt parçasından babası Wolf Albach-Retty’nin bir zamanlar kendisine yazıp bir yaş gününde hediye ettiği şu sözler okunuyordu: Steck deine Kindheit in die Tasche und renne davon, denn das İst alles, was du hast! Kısaca anlamı şu: Çocukluğunu cebine sıkıştırıp kaç buralardan, çünkü sadece senin olan tek şeydir o!

Zekâdan çok bir kalbe ihtiyacımız var. İçtenliğine inanabileceğimiz bir kalbe ve sevgiye. Çocukça gülüşlere, sevinçlere ve düşlere…

HABERE YORUM YAP

HABERE YAPILAN YORUMLAR

Hiç yorum yapılmamış.